Sayfalar

27 Ekim 2010 Çarşamba

Yola çıkarken

akşam eve geldim. koştur koştur çanta hazırla. çanta dedimse 3 gün için bavul formatı aldı garibim. hatta 2 bavul. birinde dalış malzemeleri, öbürüne anca ben sığdım. allahım ne kabus. hava soğuk ya, saç kurutma makinası bile aldım yanıma. doldur babam doldur. 2 kazak, 1 hırka, ekstra esofman, yolda giyilecek, kot, terlik, mayo, havlu... daha ne olsun. doldu da taştı benim bücük çanta. sonra baktım sığmama olanak yok, dalış malzemelerimi başka çantaya tıktım.
allaaah maske! maskemi bulamamıştım. of yaaa!
amma söylendim bugün. dışarıda bardaktan boşanırcasına yağmur yağıyor ve ben pencere önünde keyif yapacağıma yola gidiyorum.
tamam söylenmek yok, yaşasın eğlence:)

Ya amaaaannnn....

Bazen şöyle enine boyuna düşünmeden, o anın ateşine kapılıp iş yapıyorum ya sonra kendimi çok tepeleyesim geliyor. en son örnek de bu dalış işi. İyi ki bir haftasonu ayvalık'a dalışa gittim yani. sen misin giden, hemen gaza geldim, hadi hoop bayramda kızıldeniz planı. o da yetmezmiş gibi aman öncesinde de advanced olayım. bok var çok afedersiniz. şimdi bir tarafım dona dona kemer'e dalmaya gideceğim bu akşam. nasıl üşeniyorum, şimdiden nasıl üşüyorum anlatamam. bir de gökgürültülü sağnak yağış diyor hava durumu. böğüre böğüre ağlamak istiyorum şu an!
ha bir de astarının yüzünden pahalıya çıkmış olması da işin cabası. kızıldeniz turu ucuzmuş gibi bir de üzerine bu advanced masrafları... katmerli kapak oldu yaaa:(
höf pöf! üstelik bu akşam gideceğimiz turdan kimseyi tanımıyorum. alien gibi hissedicem kendimi resmen. neyse yanıma 2 kitap alayım, kimseye bulaşmayayım. sessiz sessiz bir köşede uyur, kitabımı okurum.
böhü!

26 Ekim 2010 Salı

1 haftada 6 film

Film maratonu gibi 1 hafta geçirdim resmen. izlediğim ilk 2 filmi zaten yazmıştım. 4 tane de haftasonuna sığdırdım. ilki cuma akşamı gittiğim "social network"
Konusu facebook'un kurucusu Mark Zuckerburg'un facebook'u kuruş hikayesi. Benim gibi facebook ile yatıp facebook ile kalkan, hatta facebook'ta yaşayan bir insan için kaçırılması imkansız bir film.
Filmden anladığım adam harbi deha. garip de bir vizyonu var. hakkında bilimum dava açılmış, haklı / haksız bişey diyemem ama gerçekten süper bir iş becermiş bence. kendisinin filmle ilgili olumsuz 1-2 yorumu var sanırım. birinde keşke ben hayattayken çekmeselerdi demiş. eğer olaylar doğru işlenmişse aslında etkileyici bir hikaye. izlerken adama kesinlikle antipati vs duymuyorsun. tam tersine gayet normal görüyorsun vs. film güzeldi sonuç olarak pek beğendim.

Cumartesi akşamı evde dvd keyfine sıkıştırdığım diğer 2 film ise "Machete" ve "Paris'te Son Konser". Machete Robert Rodriguez'in komik ötesi bir filmi. Hani bizim eski cüneyt arkın filmi ayarında. adam bir başına bir ordu adamı öldürüyor vs. ama kadroda kimler yok ki. robert de niro, jessica alba, steven seagal, don johnson vs vs. film boyunca akan kanın haddi hesabı yok. hem de fışkırırcasına. adam koca ustura ile makinalılara meydan okuyor. uçmuşlar ki ne biçim. ama işte nasıl geçtiğini anlamıyorsun. öyle bir film işte.


Cumartesi akşamının 2. ve en çarpıcı filmi: Le Concert, ya da türkçe adıyla pariste son konser. film başladı. rusça. yaaaa! en nefret ettiğim şeydir altyazı okumak. ama filmde insanı çeken birşey var. hani izle beni diyor. film eğlenceli, film sürükleyici, film merak uyandırıcı. ve sonu muhteşem. sonundaki konser sahnesinde tüm soru işaretleri açıklığa kavuşuyor... mutlu ve güzel bir film. gerçekten çok beğendim:)
ve son film: 2012. maya kehanetine göre dünyanın sonu. güneşteki patlamalar yüzünden dünyada meydana gelen dengesizlik. yerkabuğunun dengesini yitirmesi vs. tam bir felaket filmi. ama o da güzel. yalnız filmin en heyecanlı son 2-3 dakikadan önceki 10 dakikasını izleyemedim. nedenini anlatmak uzun sürer. bulursam arayı doldurmam gerek.

22 Ekim 2010 Cuma

Beyin lazım diyorum da inanmıyorsunuz:P

Bir süredir arabamın ABS'si arıza sinyalleri veriyor. yolda giderken birden "stop! breaking fault, abs fault" yanıp sönmeye başlayıp beni korkutuyor. bu durumda fren tutmakla birlikte abs devre dışı kalıyor. arabanın bakımını da bir senedir salak erdem yapıyordu. şimdi kendisi tarih olunca bana kaldı tabi. e bir de ciddi sorun, sanayiye götürmem, sağolsun annemin bir öğrencisi devreye girdi de tanıdık servis buldular. sabah tin tin gittim servise. okudular üflediler, dediler ki abs beyninde arıza varmış. 1600 TL verirseniz yenisini takarız. hadi len ordan dedim ben de. abs tamamen devre dışı kalana kadar ben idare edeyim de sonrası allah kerim.
yaa böyle işte. beyin deyip geçmemek lazım. pahalıya atlıyo anasını satiim.

21 Ekim 2010 Perşembe

stone

Dün akşama 2 aktivite sığdırdım. Gerçi onlara aktivite demek uygun olmaz ama "şey" de demek istemedim:)
İşten çıkınca koşaraktan kuaföre gittim. Malum saçlar yine aktı aktı saçma sapan bir renge döndü. hatta dünkü sunuma da öyle gittim falan. neyse işte dedim böyle rezil gezdiğim, yap bakalım bir güzellik. sonuç, 7 haftada 4. renk. bir de akınca aldıkları hal var, onu da eklersen 5, 6, 7:)))
kuaförden çıkınca bir koşu eve gidip Hüsam'la Kuddusi'ye yem verdim. artık sorumluluk sahibi bir insanım. Öyle fıttır fıttır gez, eve istediğin saatte git falan olmuyor. Kapluşlarım aç beni bekliyor. ancak zamanım az olduğu için tek tek ilgilenemedim kendileri ile, muhtemelen hepsini hüsam yedi, kuddusi gene aç kaldı.
Bir sonraki hedef sinema. bu sefer ki film: stone.
Ben yine konuyu okumadan gittim filme. ama edward abi var ya, kötü olma ihtimali yok diye düşündüm. ama yine bir miktar action bekledim doğruyu söylemek gerekirse. sanırım bende biraz da cape fear tarzı bir beklenti vardı. Neyse film başladı. son derece ağır ilerliyor. fazla ruhani, habire fonda Tanrı ile ilgili yayın yapan bir radyo istasyonu var. sürekli incil okuyup kiliseye gidiyorlar. çok sıkıcı bir yaşam tarzı düşünsene. sürekli radyoda ruhani şeyler dinliyorsun. allah şöyle, allah böyle vs. filmde de hapisanede kafayı yemekte olan stone'un eline geçen bir broşür aracılığıyla nirvanaya ulaşmasına benzer bir konu var işte. de niro amca da kendi cehenneminde bir yandan.
dediğim gibi oldukça ağır bir filmdi. Özlem ilk yarıda çıkıp gitti mesela. ben izlemeye devam ettim. aslına bakarsanız biraz da beğendim. hani öyle çok etkileyici, çarpıcı falan değil ama fena da değil bence. o dini konuşmalar o kadar çok olmasa daha çok beğenebilirdim ama işin can alıcı noktası da odur herhalde.

20 Ekim 2010 Çarşamba

Sektörel çözümler

Dün öğleden sonra Özyeğin Üniversitesindeki bir derste konuk sanatçıydım. gençlere emeklilik sistemini anlattım. giderken "lan 2 saat ben ne söyliycem şimdi, mümkün değil" falan derken zamanın nasıl geçtiğini anlamadım. önce başladım biraz kendimden bahsettim, sonra konuya girdim. biraz soru cevap yaptım, karşılıklı konuşmalar vs derken ben çok keyif aldım. çocukların biraz içini kararttım belki ama en azından sosyal güvenlik ve emeklilik üzerine bir fikirleri oldu hepsinin:) umarım onlar da sıkılmamıştır:)

Ailemizin yeni üyeleri

Pazartesi tek kişilik aileme 2 yeni eleman katıldı: hüsam ve kuddusi.
2 gündür isim arayışındaydım, nihayet karara varabildim. Büyük olan Hüsam, diğeri Kuddusi. Hüsam bir hareketli, bir yüzsüz ki sormayın. beni uzaktan gördüğü anda çırpınmaya başlıyor. İlla yemek vericem kendisine. bir de obur ki aklınız durur. dünyaları versem yiyecek serseri. ağzını kocaman kocaman açıyor her seferinde. hani bazen elimi bile kapıyor. Kuddusi Hüsam'dan fırsat bulursa yemek yiyebiliyor. garibim bir tanesine yüzerken öbürü önüne atılıp kendisini ittiriyor, kapıyor falan. Dün akşam küçüğü beslemek için diğerini akvaryumdan çıkardım bir müddet. küçük biraz yedi sonra diğerini geri koydum:)))
işte bu 2 serseri benim sorumluluğumda artık. bakalım ne kadar süre birlikte yaşayabileceğiz.

19 Ekim 2010 Salı

Korkuyorum

1,5 saat sonra bir takım üniversite 2. sınıf öğrencisine konuk oluyorum. onlara kendimi, iş yaşantımı ve yaptığım işi anlatıcam. Hazırlanmadım, böyle şeylere hazırlanmayı hiç sevmem. doğaçlama takılırım diye düşünüyorum. bizim bir sunum vardı, onu alcam yanıma. olmadı ordan bakar anlatırım.
Uf gerildim.
Saçım da berbat halde. ne renk yapacağıma karar veremediğim için diplerinden kendi saçım çıktı. böyle rengarenk bir modda dolanıyorum. fön de kurtarmıyor. bakımsızlık diz boyu anlayacağınız. akşam kuaförde pişman oldum keşke boyatsaydım haftasonu diye. bebelere rezil olmayalım şimdi.
höf pöf...

18 Ekim 2010 Pazartesi

Kısmetim mi açıldı nedir?

Malum bir süredir iş arayışım devam ediyor. İş arıyorum derken tüm yaptığım eşe dosta ve HR şirketlerine cv göndermek. bu saatten sonra kalkıp da kariyerden iş bakıp insan kaynaklarına cv göndermek bizi bozar. ben de hem de daha kolay bir yöntem olduğu için böyle yaptım. cv'ler eylülün 2. yarısında gitmeye başladı. ancak hiç ses mes çıkmadı. Baktım neredeyse 2 ay olacak, dizginleri ele almak lazım diyerekten 1-2 kişiye daha mail vs atmaya başladım. derken bişeyler oldu ve peşpeşe alternatif kapıları açılmaya başladı. Önce bir adet HR şirketi aradı. Hem de Ankara'da bir pozisyon için. Pazartesi onlarla görüşmeye gittim. tam pts onlarla görüşmeye gitmeden önce başka bir HR şirketi aradı. Onlar da bir şirket için proje yöneticisi arıyormuş. e güzel, çarşamba da sizle görüşelim dedim. pts görüşme iyi geçti. bence uygun dediler, cumaya şirketle görüşüp size bildiricez. salı günü de ben iş ilişkisi içinde bulunduğumuz biriyle görüşmeye/danışmaya gittim. adam "hemen gel başla" dedi. ben ordan şaşkınlıkla ayrıldım. bu sabah da diğer şirketle görüştüm. onlar da yarın tekrar görüşmeye çağırdı. ben böyle salak modda kaldım.
hani hepsi de daha ilk görüşmelerin yapıldığı, henüz herhangi bir gelişme olmamış yerler ama birden 3 alternatif türeyince önümde kendimi iyi hissettim:)
Her sabah boynuma babamın kolyesini takıyorum ve bana uğur getirmesini dileyerek gidiyorum görüşmelere. umarım en hayırlısı olur:)))

isimle başlayan konuşmalar

ne zaman birisi (arkadaşım/sevgilim/flirtüm/akrabam vs) bir cümleye ismimi söyleyerek başlasa, hele de arada bir es verse gerilirim. genelde iyiye işaret değildir bu. normal veya sevimli konuşmalar isim içermez, ya cim, canım gibi versiyonları olur, uzatılır veya arkasından hemen bir ek gelir. ismin vurgulanması ve tekil olarak belirtilmesi ciddi, genelde hoşa gitmeyecek bir konuşmanın başlangıcını işaret eder. hele flirt/sevgili ise sonunda kesin kavga vardır! ismi vurgulamışsa karşıdaki, ardından gelecek kısım için güç toplamaya başlamıştır. karşıdaki de bir soluk alır... ama bir sonraki cümle gelene kadar beni öyle bir ateş basar ki anlatamam. sakin durmaya çalışırım, o 1-2 sn belki 10 sn cehennem azabı gibi gelir. hani söyle de ne söyleyeceksen, ne olacaksa olsun...
hiç sevmem isimle başlayan konuşmaları / yazışmaları. çünkü söyleyeceğin ekstra bir şey değilse hitap kullanmazsın...
falan filan.
 

şanslı bir şansızlık benimkisi...

Bazen bahtsızlığımın içinde şanslı bir insan olduğumu düşünüyorum. belki de şanslı olan ben değilim, bizimkiler.
Anne malum erkenden gitti. 14 yaşındaydım, hayal meyal hatırlıyorum. zor bir dönem geçirdi. çekti aslında kadıncağız ama ben çok anlamadım. bizim salaklar benden sakladıkları için olayların pek farkında değildim. ben iyileşecek diye beklerken olup bitti herşey. benim hatırladığım 3 aylık bir dönem. öncesi de varsa ben bilmiyorum.
sonra babam... ameliyattan sonraki 2 haftası zor geçti, uyuyamadı, yiyemedi vs. ama gene de elden ayaktan düşmedi. gece yatağına yattı, yarım saat sonra uykusu ebedileşmişti. acı çekti mi bilmem ama sessizce, sürünmeden, huzur içinde öldü bitanem.
Ne kadar lanet etsem de onu benden alana; süründürmediğine, acı çektirmediğine, en çok da yatalak/kötürüm vs kalıp başkasına muhtaç olmadığına şükrediyorum. çok temiz öldü babacım. ölümünü çaresizce beklemeden, acısını dindirememenin çaresizliğini yaşamadan, temizcecik göçüp gitti bu dünyadan.
Bir yandan hastalıktan sürünen, ölümü bekleyen insanlar dururken henüz sapasağlam olanların gidivermesine hala sinirleniyorum. diğer yandan o duruma düşmedikleri için seviniyorum.
bu yazıyı neden yazdım derseniz, facebook'tan bir arkadaşın sessiz çığlıklarını gördüm bugün. annesinin hastalığı, umutsuzluğu, ayakta kalma mücadelesi... ne zor bir durum çaresizlik... boşuna dememişler çaresiz dertlere düşürme diye...
dua etmiyorum artık, dua etmeyi bırakalı bir müddet zaman oldu. o yüzden allahtan bir beklentim de kalmadı. herşey nasılsa olacağına varır. ama inananlar, beklentisi olanlar için acısız, temiz ölümler diliyorum. hepimiz için. hem kendimiz için, hem de geride kalanlar için...

17 Ekim 2010 Pazar

yürüdük ki ne biçim...

Of ne gündü. Dünün intikamını alır gibi 7.40'da kalktım yataktan. evet yanlış okumadınız. 7.40. gece boyu yağan yağmur devam eder de evden çıkmam belki diye düşünürken baktım gayet açık bir gökyüzü. kalkıp hazırlandım ve 8.15 gibi yola koyuldum. Koç'un orda Aylin'lerle buluşucaz sonra Avrasya Maratonu:))))
Altunizade köprüsünün ordan başladık yürümeye. Nasıl kalabalık anlatamam. Hepimizde de köprüden yürüyerek geçme heyecanı var. Yavaş yavaş yaklaşıyoruz. bu arada grup giderek kalabalıklaşıyor. kalabalıklaşında duraklamalar artıyor. bu arada hava sanki bahardan kalmış gibi. muhteşemdi.


Köprüde adımbaşı durup fotoğraf da çektirdik. Başlar daha heyecanlı ve sakindi. Tam ortasında fotoğraf çekenler oldukça fazlaydı. Termos ve sandwichle gelenler bile vardı. Piknik yeri gibi. Bu sene başvuru çok diye duymuştum ama gerçekten çok kalabalıktı. Köprünün öbür ucuna geldiğimizde salıntı çok arttı. Hani içmeden sarhoş olmuş gibiydik hepimiz. doğru yürümek için çaba harcıyorsun. İster istemez midesi havalanıyor insanın. Sallantı arttıkça insanlar hızlandı. Tabi korkanlar da oldu muhtemelen. Hızlıca geçtik son kısmı. Köprü bittikten sonra dönüp baktığımda gördüğüme inanamadım. Köprünün üstü karınca sürüsü ile kaplanmış gibiydi!! wow!
Köprüyü geçince hepimiz yorulmaya başladık ama tabi yol daha yarılanmamış. Allahtan yokuş aşağı, bir şekilde finish'e vardığımızda saat 11:30 falandı. Tabi bizim finish başka bir noktadaydı. bir müddet daha yürüyüp kendimizi Namlı'da ödüllendirmeye karar vermiştik. Ödülümüz kahvaltı ve öncesinde baklava:) e o kadar yürümüşüz ama!!!
Kahvaltı sonrası Aylin, Kaan ve ben beyoğlu'na geçtik. Güya Kaan'a ayakkabı alınacak. Aldık tabi ama ardından Adidas'a girdik. Adidas ben görmeyeli çok değişmiş. Süper designları var. bazılarını çok beğendim. allahtan beden sınırına takıldım yoksa kendimi kaybedebilirdim:)))
Beyoğlu'nun baştan başa geçmemiz, kahve ve alışveriş bittiğinde 3.5 saat daha geçmişti. dönüş yolu da pek maceralı oldu:) yine altunizade köprüsünün orda otobanda indik dolmuştan. Bir takım çitlerin üzerinden atlayıp medeniyete ulaştık.
Eve geldiğimde anladım asıl ne kadar yorulduğumu. resmen yığıldım koltuğa:)

cts?
cumartesi tek kelime ile hiçbir şey yapmadım. cumadan ablamlarda kalmıştım. 12 gibi kalktım, 1 gibi evden çıktım. değişiklik olsun diye metrobüsle eve döndüm. tabi eve girmem 3 oldu. sonra da evde çıkmadım. sonuç? başağrısı!!!

15 Ekim 2010 Cuma

garip dünya

Cumartesi günü bizim RPG var gene. 2 aydır gidemiyordum, bu sefer gideyim diye heveslendim. beni de yazdılar bir masaya. pathfinder:sayyara. cumartesi için programımı da ona göre ayarladım vs. dün akşam bir mail geldi WoI'den. Masanın DM'i geçirdiği beyin kanaması sebebiyle vefat ettiğinden oyun masası kapatıldı diye. Maile bakakaldım. Nasıl yaa? hiç tanımadığınız bir insanın ölüm haberini alabiliyorsunuz. bir an oyuncuları düşündüm, hepsi gencecik çocuklar. daha da dehşete düştüm. sonra face'den ordan burdan araştırdım. 56 yaşındaymış. hani hala genç bence ama en azından yirmilerinde değilmiş diye sevindim. allah rahmet eylesin. adamcağız pek de gönül vermiş bu işe. en eski DM falan yazmışlar. üzüldüm valla.

14 Ekim 2010 Perşembe

aklıma geldi de...

Bu sabah güzel uykumdan önce kulak kaşıntısı sonra da sivri vızıltısı ile uyandım! yani bu havada istanbul semalarında hayatta kalmayı başaran yegane sivri benim odama geldi sanırım. tamam hayvanları severim ama sivri bunlardan biri değil. sivrinin son nefesini duvarda vermiş olanını severim ben. neyse ne diyordum... öyle de güzel uyuyordum ki anlatamam. baktım saat 6:30. pis sivri dedim, tekrar uyumaya çalıştım ama bir kere o derin uykudan uyanmıştım. bir ara dön dön az kaldı yataktan düşüyordum! neyse zar zor dalmışım gene ama aynı tadı vermedi artık.
....
bir de 2 gündür gündemdeki olaylara değineyim. önce şili'deki madenciler. dün parça parça adamların çıkarılışlarını izledim de... olayı ilk duyduğumda "allahım 3 ay nasıl yaşanır yer altında" diye düşünmüştüm. gerçekten de 70 gün sonra çıkarılmışlar. düşünmemeye çalışıyorum ama diri diri 700 mt'de gömülmek. hayatta kalmayı başarmak. 17 gün sonra bulunmaları ve 70 günde kurtarılmaları. inanılmaz bir hikaye. hele ilk 17 gün duydukları dehşeti tasavvur bile edemiyorum... nasıl bir psikolojidir... neyse mutlu son diyerek üzerinde durmayalım.
ikincisi ise şu izmirdeki kedi olayı. videoyu izlemedim, izlemeyi de düşünmüyorum. izlersem aklımdan çıkmayacağına eminim. o yüzden kendimi bu travmadan korumayı tercih ediyorum. kediyi öldüren çocuk hakkında yorum yapmıycam. sadece oluşturulan web sitelerinden birinde bir arkadaşının yaptığı "kedinin helvasını ne zaman yiycez" şeklindeki yorum beni en az kediyi öldürmeleri kadar dehşete düşürdü. hani yaptıklarının vehametini idrak edememiş beyinler, ardından esprisini bile yapabiliyorlar... söyleyecek kelime bulamıyorum.
kediyi öldüren velet kayıplara karıştı sanırım. onun da o salak yorumu koyan arkadaşının da facebook hesapları kapatılmış. bir müddet ortalarda görünmez sonra yavaş yavaş insan içine çıkarlar, bu olay da unutulur gider... ama umarım kendilerinde bir izi kalır...

Cupcake macerası

Dün akşam cupcake yapma kursuna gittim. Bizim burada coccolat diye bir yer var. pastacı/lezzet okulu denebilir. neyse işte kursu onlar verecekmiş. ben de atladım, Nalan'ı da kandırdım. kaydolduk biz kursa.
bu yemek kursları ne hoşmuş ya. armut piş ağzıma düş olayı. malzemeleri hazırlıyoruz, hoop bizde hazırlanmışı var:P girdik mutfağa, herşeyi ölçüp biçip hazırlamışlar. bize sadece sırasıyla koyup karıştırmak kalıyor. önce portakallı bilmemneli sonra brownie cupcakeler yaptık. (bu arada brownie yapmak çok kolaymış!)









kekler soğurken kremasını hazırladık. rengarenk kremalar. ben kırmızı isterken turuncu almışım. kırmızı yokmuş zaten. işte mavi, yeşil, pembe, sarı bilimum renklerde kremalar yapıldı. sonra da kekler süslendi. Cupcake işinin kek kısmı pek lezzetli de o üstündeki krema tamamen yağ. insanın midesi kalkıyor resmen. ne midesiz su amerikalılar. ben kek ve brownie'yi sade olarak tercih ederim. hatta süsleme azmiyle birkaç tanesine krema koydum ama yerken sıyırıp yemeyi tercih ediyorum. işte marifetlerim:)
...
Bu arada an önce patronla aramızda şöyle bir konuşma geçti:
- Akşam yaptığım cupcake'lerden size getirmedim çünkü muhtemelen 5 gün başınız ağrırdı.
- cupcake mi? senin aslında şöyle kereviz sapı kemirme kursu falan bulman lazım.
- hahahhahahahhahahah, bence de...

12 Ekim 2010 Salı

Eat Pray Love

Dün akşam "eat, pray, love"a gittim. Önce Edward abimin Şantaj'ına heveslendim ama sonuçta kazanan bu film oldu. Film hakkında söyleyebileceğim şey: vasat. bir kadının kendini bulma hikayesi, ama öyle ahım şahım bişey yok. kadın için çok şey ifade ediyor olabilir ama benim için öyle ekstra bir durum içermedi. film aynı sırayla gidiyor. İtalya'da yiyor, hindistan'da dua ediyor ve Bali'de aşık oluyor. ben daha çok giydiği ayakkabıları sevdim. bir de italyadan manzaralar filmin en çekici kısmıydı. Julia roberts yaşlanmış mı, çirkinleşmiş mi bilemedim. bir garip olmuş. clooney'den sonra o da beni bir rahatsız etti. bazı sahnelerde hatun harbi hoş ama bazı yerlerde bu ne yaa falan diyorsun. film amerikada gişe yapmamış, anlaşılabilir. kitap da muhtemelen öyle muhteşem diildir:)
sonuç olarak izlemeyen bişey kaçırmaz bence. ha javier abiyi sorarsanız... yok onun da öyle sorulacak bir tarafı yok. zaten filmin bali kısmının sonunda çıkıyor piyasaya. olmasa da olur yani.
şimdi azimle beklediğim: şantaj:))))

Oyh!

Bu kızıldenizin astarı yüzünden pahalıya patlamaya başladı yaaa:( gitmeden advanced olayım dedim ama advanced olmak da gayet masraflı çıktı. ühühühüüh... murphy! pis murphy!

Sanırım sorun bende...

Çok ilginç...
yazıya başlamaya çalışıyorum ama sürekli yazdıklarımı silip yeni baştan yazmaya başlıyorum. hepsi farklı açılardan.
Önce hayatıma girmesine izin verdiğim erkeklerin hep abuk subuk tipler olup ağzıma sıçtıklarını yazdım. ama bu tam olarak doğru değil. sonra hayatıma girmesine izin vermediğim güzel insanlara değindim ki bu doğru. sonra aslında hayatıma girmek isteyenlere karşı çok seçici davranmadığımı yazayım dedim, ki bu da kısmen doğru. bana değer vermeyen insanları hayatıma alıyorum diye düşündüm... aslında bu da kısmen doğru. ama bir yandan ne yazacağımı düşünürken bir yandan da durum analizi yapmaya çalıştım sanırım.
başımdan geçen ilişkileri -kısa uzun farketmez- şöyle bir düşününce... aslında hepsinin bitmesinin geçerli bir sebebi vardı. gerçekten ilişki diyebileceğim zaten 1-2 taneyi geçmez. diğerleri, ya saçma sapan boşlukta olduğum için "amaan du bakalım bir deneyelim" moduydu ya da saçma sapan boşlukta olduğum için "du bir deneyelim" modu:))))
bir de asıl beni mutlu edeceğini bile bile izin vermediklerim oldu. bana değer veren, mutlu edecek kişilerdi (aklımda 2 kişi var şu anda).
peki neden? neden saçma sapan insanları hayatıma alırken gerçekten değecekleri uzak tutuyorum? neden diğer salaklarla denemeye ok derken bunlardan kaçıyorum? hani etkileşim diyeceğim, kalp çarpması vs. son salak bunun doğru olmadığının en belirgin örneği.
demek ki bende bir sorun var. insan seçmeyi beceremiyorum. kendi değerimi bilmiyorum, ya kendimi indirgiyorum ya da değersiz insanları yüceltiyorum. en olmayacak kişilere izin verirken en değerlilerinin kalbini kırıyorum.
bende bir sorun var ama ne olduğunu ben de bilmiyorum...

11 Ekim 2010 Pazartesi

Pazartesi klasiği

Klasik olmuş artık. Pazartesi sabahları kısa veya uzun bir haftasonu özeti geçmek. Haftasonu internetten uzak yaşamayı tercih ettiğimden sanırım, görev pazartesiye kalıyor (yalnız yazmayı görev addetmişim resmen:PpP)
bakalım bu haftasonu neler yapmışım: cuma gecesi: sonunda playstation oynamayı başardım. taktım civilization'ı, chieftain'den bir alıştırma turu yaptım. oyun tüm itirazlarıma rağmen 1 gibi bitti. biraz da TV izleyip 2'de yattım.
cts'nin amacı uyumak. inatla yattım yatakta. her uyanma teşebbüsümü inatla reddedip artık kalkayım dediğimde saat 12:39 idi. aslında yapmam gereken bilimum iş olmasa yatmaya devam ederdim ama.. neyse kalktım, kahvaltı sonrası kendimi Kadıköy'e attım. Amaç AHE'nin dg için t-shirt bastırmak. 4 tane ama o 4 tshirtü bulmak 2 saatimi aldı. sonra baskıya gittim. baskıcı abilerin yemek vs rötarları sebebiyle baskı da 2 saat kadar alınca benim eve dönmem 6'yı geçmişti. tabi bu arada yapmayı planladığım milyon iş kaldı. Akşamın keyfi Çamay ve İdil'di. Şarap ve peynir gecesi yaptık. Abant dönüşü aldığım çeşit çeşit peynirleri şaraplarla renklendirdik. Bir de tam kız muhabbeti eklenince üzerine... ama çok erken kalktı adiler, ben de oturup film izledim. sonra gene 1 gibi yattım.
Pazar sabahı da 11 gibi uyandım ama tek farkla: baş ağrısı. o kadar uyumaya zorlayınca kendimi olacağı buydu. hep olur! ben de bile bile zorlarım kendimi, hala akıllanmadım!!! kalktım, kahvaltımı yaptım. güya gidip hediye alıcam ama başım feci ağrıyor. tekrar uzandım. başımı ağrıtan şey uyumak ama geçirmek için de başımın yastıkta olması lazım, böyle de bir tezat. Neyse hediye olayını es geçip biraz daha uyudum. 2:30 falandı kalkıp hazırlanmaya başladım. önce gidip pastayı aldım, ardından dg mekanına yola çıktım. tabi trafik sağolsun varmam 5 oldu.
Keyifli bir dg oldu, sohbet muhabbet. mekan süperdi. El Beso diye kuruçeşme'de bir yer. denize nazır. 9'a kadar da orda takıldık. ardından tekrar eve gelmece. tam aldığım filmlerden birini izlemeyi planlarken TV de sweet november'ı gördüm. ona takılınca benim diğer film güme gitti. tabi gene ağladım ve filmin bana hediyesi sabah uyandığımda ekstra gözaltı torbası oldu. aynaya baktığımda kendimden korktum resmen!
budur:)

8 Ekim 2010 Cuma

"Teamwork" her zaman iyi bir şey olmak zorunda değil!!!

Dün akşam Önder'in davetlisi olarak bir klasik müzik konserine gittim. "2+2 cross cultural marriage" konulu bir piyano resitali. türk ikiz kardeşler arzu ve gamze kırtıl'ın yanısıra 2 tane yabancı çocuğun 4 piyanoda çaldığı eserler. Yer: aya irini. atmosfer: muhteşem.
Önce 2 abi başladı. modern bişeyler çalmaya çalıştılar. İlk çaldıkları sambadan türetilmiş bişeydi sanırım, kötüydü, sonrakiler bana daha çok hitap etmeye başladı. sonra kızlar geldi, onlar da  cemal reşit rey ve shostakovich çaldılar. çok keyifliydi. Aradan sonra mozart ve sonrasında  bu gece ve 2010 Avrupa Kültür Başkenti adına 4 piyano için bestelenmiş "teamwork I" isimli bir eser çaldılar. bir de bestecisi wolfgang abi eseri ikizlere adamış. merakla bekliyoruz anlayacağınız. başladılar çalmaya, bu arada arka fonda da bir video oynamaya başladı. Valla ben eserden bir bok anlamadım. Benim için hiçbir şey ifade etmeyen gürültü yumağından başka birşey değildi. Ne bir melodi, ne bir uyum. Yani muhtemelen sanatsal bir değeri vardır, çalması vs son derece güçtür ama tek bir cümle ile özetlemek gerekirse "bayburt bayburt olalı böyle eziyet görmedi" buna ek olarak fondaki görüntüler de kabus gibiydi. İşin en işkence tarafı ise videonun eserle eş uzunlukta olması ekrandaki çubuğun ilerleme hızını görünce hissettiğim çaresizlik oldu. o barın ilerleyişine göre eserin daha çok başlarındaydı ve ben çoktan baymıştım. allahım daha 1/5'i anca bitti, bu çubuk ne kadar yavaş ilerliyor diyerek gözlerimle ilerletmeye çalıştım. Sonuçta işkence 25 dakika mı sürdü, 5 saat mi bilmiyorum ama bittiğinde herkes rahatlamıştır diye düşünüyorum.
Yok hocam, bu sanatsa ben sanattan anlamamaya devam edebilirim hani...

7 Ekim 2010 Perşembe

Hayır

Sözlüğümde yeri olmayan, arada bir zorla hatırlamaya çalıştığım bir söz. Genellikle insanlar benden bir şey rica ettiklerinde hayır diyemem. o kişinin tutumlarında bir doygunluk olmamışsa asla diyemem. arada ablama derim, o da artık bazen sabrımı taşırır, yani 35 senede doygunluk seviyesinin haydi haydi dolması normaldir. bazen çok sinirliysem herkese diyebilirim. üstüme gelmeyin!
ama tlf açıp ya da yanıma gelip bana bir şey soran, benden bir şey rica eden insanlara asla hayır diyemem. kendi yapmayı planladığım şeyleri bir kenara atmak pahasına diyemem. biyere gidelim mi? gidelim, yapalım mı? yapalım, alalım mı? alalım. eğer hayır demişsem kesin geçerli bir sebebim vardır: başka bir program, ziyaretçi veya iş.
demin de benzer bir şey oldu. 1 haftadır pinek pinek evde yatacağım akşamların hayalini kuran ben az önce gelen "akşama konsere fazla biletim var, gelir misin?" telefonuna "oluuuur" dedim. ne konseri vs sormadan. direk olur dedim. çünkü "yok gelemem, akşam evde pinekliycem" demek çok mantıklı gelmedi. Hani bunun için bir insana "hayır" demek tersime gitti. pişman mıyım? asla. ne zamandır görüşmediğim birisiydi, sohbet vs imkanı olur işte. hem de müzik dinlemiş olurum. yorulacak mıyım? evet. gene pinekleme hayallerim suya düşecek. ama olsun... pinekleyecek çok zaman var daha önümde...

İlginç

bugün kendimi 1 gıdım daha iyi hissediyorum. hani nerdeyse içimden iş yapmak ve bundan zevk almak geliyor:))) beklesem geçer mi acaba?:)
bir tane garfield vardı, hani yattığı yerden "bugün içimde garip, çalışma hissi var", sonra bekliyor "geçti". o karikatürü bulabilsem cuk oturacaktı ama...

6 Ekim 2010 Çarşamba

down

Kendimi acaip kötü hissediyorum ya. herşey sanki üstüme üstüme geliyor. hiçbir şey ilgimi çekmiyor, mutlu etmiyor, tatmin etmiyor. hiçbir amacım yok, hedefim yok, gayem yok. resmen görev gibi yaşıyorum ve günü geçiriyorum. canım parmağımı bile oynatmak istemiyor. hayatımı resetlemeye ihtiyacım var sanki...

(bu tabi ki gerçek klip değil, biri kendince uydurmuş)

5 Ekim 2010 Salı

Komedi dükkanı

Dün akşam Komedi Dükkanı'na gittim. Öncesinde bibuçuk'ta bira ve hamburger (patlayacaktım resmen) yapıp ardından tiyatroya doğru yola koyulduk. Yola koyulmasına koyulduk da tiyatroyu bulabilene aşk olsun! adres istiklal cad 140/90. 140 numara odakule. soruyoruz kimsenin ses tiyatrosundan haberi yok. deli danalar gibi dolanıyoruz orda. en sonunda bir kitapçıya girdim. kasadaki amca "atlas'ın karşısındaki pasaj" dedi. oha lan! atlas pasajı nere, odakule nere. neyse hızlı hızlı gittik, halep işhanındaymış. bulduk pasajı, hakikaten orda. ama ben köpürüyorum. girişte sorumlu bayanı bulup "olmaz ki kardeşim" falan yaptım. meğer numaralar yeni değişmişmiş de onlar da bilmiyormuşmuş da... dedim yarım saattir bir aşağı bir yukarı koşturuyoruz. olmaz ki!!!
tabi bu arada saat de geç olduğundan hemen yerlerimize geçtik. 10-15 dakika rötarla da olsa oyun başladı. Tolga çıktı sahneye, yönetmenle atışmalar. Bu arada yönetmen kimmiş görme fırsatımız da oldu. Bence Tolga kadar yönetmen de sürüklüyor oyunu. Bunlar başladı oyuna, önce hafif gülmeler vs. Bu arada biletleri öyle bir yerden almışım ki tam sahnenin karşısı. Kameraların çekim alanındayız. Lan hasss falan diye gerildim önce, sonrasında saldım gitti valla. ankaralı şarkıcı muhittin'in parmaklarını ezen meksikalı adı herneydiyseden intikam alma hikayesi. Bir ara gözümden yaş akıyordu resmen. Kasmaktan karnımın ağrıdığını hissettim. Uzun zamandır bu kadar çok gülmemiştim. Nasıl iyi geldi, nasıl iyi geldi anlatamam:)))

4 Ekim 2010 Pazartesi

Bu kadar mı güzel özetlenir:)

Aşağıdaki yazıyı benim hatırladığım en eski "dost"um Selçuk sınıf listesine göndermiş. Abant kaçamağının süper bir özeti. dayanamadım, gelecek günlere hatıra kalsın diye aynen yapıştırıyorum:)))

"gunun özeti;
her bulusmada kendimize daha cok eziyet edip parkuru zorlastiriyoruz...yagmur altinda; gol etrafinda 8km yuruyus... bir sonraki bulusma everest de olabilir...
gunun icten pazarlikcilari;
top yekun istanbul tayfasi;... tayfa ekip olarak  maraton a hazirlaniyorlarmis..bizi idman malzemesi yaptilar...hedefleri buyuk; kopruden gecip avrupa yakasi kahvalti mekanlarinda yer kapabilecek kadar kondisyon ve inanmazsiniz bunu yapmak icin sadece 3 saatleri varmis.... (neyseki inci var ekipte; yoksa hepsi ogun ac kalir)...bu arada "o kadar insan kosarken koprude ne kadar salinim olur" konulu teknik tartismadan cok urktum....
gunun ali agaoglusu;
boluspor un biseylerden sorumlu asbaskani  muteahhitci cem BEY...daha oturakli abilerle arada kendine masa falan yapti..arada bize de takildi hazret... onuncu katta bahce falan hayal ediyor...yerel tv lerde reklamlari donuyor...yakında bir proje ile gelir; direkt hayır deyin, hedef kitlesiniz...
gunun aslinda ne oldusu;
tolga yillar sonra "saturn V" adli performansinin perde arkasini ilk ve son kez abantta acikladi...
gunun matematigi;
ozgun ile tanisali 31 sene; korhan i gormeyeli 22 sene olmus...benim oglana bak bu amca ile (evet abi degil amca; hepiniz amcasiniz iste) ben sen kadarken tanistim dedim...efe bana "eeee? bane ne" diye ifadesiz bakti, matematigi ve sayilari da bilmiyor tabi...
gunun luzumsuzu;
sinan koca bisey bisey...ondan bahsedip...sonra "abi biz niye bu heriften bahsediyoruz" deyip kendimize kizdik...
gunun anisi;
burkay:" gecmis zaman..sene 84-85...sinifta bitirim takilan iri kiyim bir arkadas var...pako diyor  gencler, guclu kuvvetli bir oglan.. (burada korhan araya giriyor; "jimnastik yapti 0,ondandir" falan diye araya laf sokuyor; burkay "bir daha sakin sozumu kesme" bakisi atinca sustu tabi..) bizim cocuklara artistlik yapiyor,racon kesiyor..bir gun "gel lan buraya kocum" dedim...cagirdim yanima, "ne is gozum,yalnıs yapiyorsun" dedim; gozune bir caktim...o gunden sonra bir vukuati olamadi...alemden cikti, tovbe etti..cevreci oldu,humanist oldu..." herkes dinledi;herkes sahit; aynen boyle anlatti...
gunun portturanlari;
bozkurt ilk duzlukte; ozgun ilk "yari oldu" da; caglar ikinci defa "yari oldu" da -ama kayitlara gecsin diye yaziyorum ucu de BORA dan önce- portturdular.... her portturma noktasinda ve cem'in her "yolun yarisi oldu zaten" demelerinde,-en az 4,5 kez- bir hig-tech ekip surekli uydudan gercekten golun yarisi mi diye kontroller yapti.... portturan insanlar olsalar da ozgun ve boz,insanlik adina  yolda kalan var mi diye guzergahda kesifler yaptilar, bir nebze durumu kurtardilar...iyi de oldu, coluk cocuk ve caglar telef olmadi... portturmayanlara gunun ahmak ıslananlari da denebilir, ama o ekipte oldugum icin ben oyle demeyi tercih etmiyorum...
gunun sahtekari;
kemal; "buyuk odul var" diye ekibi surukledi...havuc gormus tavsan gibi motive yuruduk...amma velakin odul modul gormedik...sakaldandir diye dusunuyorum...
gunun cocugu;
cem in ilk sipasi; BORA...bora 4.5 yasinda; savasci yetistiriyor cem onu...yagmur demedi camur demedi adam; fun club acilirsa beni yazin...
gunun gozlemi;
hatunlardan selen vardi yine; kizil olani ama...enisteler tas firin sanki...
gunun dersi;
bir dahaki bulusmaya mersedes ayari bir araba bulup gitmeye karar verdim...kira mira yapacaz artik biseyler; benim araba ezik kaldi...
gunun sonu;
insanlar bosuna "eski dostlar" diye sarkilar yapmiyor...
selcuk"

Cumartesi ve Abant

Yine trafik yoğundu bu hafta. hem mecazi anlamda hem de gerçek anlamda.
Cumartesi günü advanced kursuna gittim. Saat 10 gibi başladık derse, eskiyi biraz tekrar ettik, dalış püf noktaları nelerdi vs. sonra advanced olmak için tercih edeceğim dalış tiplerini belirledik. ben batık, ileri düzey yüzerlilik, akıntı ve gece dalışı tercih ettim. 29 ekimde kemere dalmaya gidicez muhtemelen, orada hangisi denk gelirse onları yapıcam artık. Bayağı da heyecan yaptım aslında. Bir de navigasyon var, su altında pusula ile yön bulma olayı. ya ben zaten ilk seferinde de nefret etmiştim, şimdi de gerildim resmen. ama Can (hoca) gerilecek bişey yok yaparsın diyor.
Kursun sonrasında kısa bir mesai arası verip saat 5 sularında masaja gittim. bir iyi geldi ki anlatamam. gerçi kulunçların benimle aynı ruh halinde değil muhtemelen ama yapacak bişey yok malesef. Masajın devamında ise kuaförde fön ve manikürle günü tamamladım.
Pazar sabahı erken kalkacağım için cumartesi gecesini evde tv izleyerek geçirdim. Adam sandler'ın bedtime stories isimli bir filmi vardı. Eğlenceli bir filmdi, onu izledim. gerçi sanırım ruh halim henüz düzelmediği için filmde bir yandan eğlenirken diğer yandan "öf içim sıkıldı, biran önce bitse" moduna girmiştim. Neyse sonuç olarak film bitti ben de 11 gibi girdim yatağa.
Pazar sabahı koğuş kalk saat 8:30!!! uykumu almıştım gerçi, kalktım. bir yandan hazırlanırken diğer yandan su kaynatıp termosa çay koydum. üstümü giyinip arkadaşlarla buluşmak üzere kapıya çıktım. hedef: abant. Lise sınıfı ile abantta günübirlik bir piknik planımız var. Ankara İstanbul orta nokta olsun diye abant seçildi. bir önceki buluşmamız da sünnet gölündeydi.
Önce 9:30 sularında İstanbuldan hareket eden 3 araç TEM'deki OPET'de buluştuk. Ardından Abanta doğru yola çıktık. Biz güzel güzel giderken birden trafik durdu. Meğer önümüzde 5 araç birbirine girmiş. yarım saat böyel gıdım gıdım gidince artık dayanamayıp karayollarını aradık. biz daha merhaba demeden adam "orda kaza var, tek şeritten akıyor" dedi. hani nerede olduğumuzu bile sormadı:) neyse gerçekten de biz kazaya ulaştığımızda araçları çekicilere yüklemişlerdi, 5 araç da dağılmış. Yani kardeşim güvenlik mesafesi diye bişey var!!! Bence kaza yapanları bir de dövmek lazım. hele de öndekinin tamponuna yapışan manyakları! onların yüzünden yüzlerce araç saatler kaybediyor, boşa giden kaynaklar da cabası.
kaza sebebiyle beklerken de komedinin daniskasını yaşadık. biz çayımızı içiyoruz vs. derken arkadaki arabadan Korhan indi, bagajı açtı, hemen ardından elinde bir tencere ile bize yöneldi. biz dehşet gözlerle "oha, yoksa dolma mı?" derken bize börek ikram etti. biz börekleri aldık, arka arabaya termosla çay gönderdik:) Halimiz çok komikti. İnci sonra anlatıyor, aradaki bir arabadan birisi "bize yok mu" demiş:)))
neyse rötara rağmen Ankara tayfası ile eş zamanlı vardık Abant'a. toplamda 10 mat-e'li, 6 eş, 4 çocuk olmak üzere 20 kişiyiz. bu arada beklenen hava durumu gerçekleşti ve yağmur yağdı. Hava da 6 derece!!! mecburen yemeği içeride yedik. biz yemek yerken dinen yağmurdan cesaretlenip yemek üzerine göl etrafında tur attık. Tabi yolu daha yarılamamışken tekrar başlayan yağmur yürüyüşümüzü daha heyecanlı hale getirdi. Eskileri yadettik, yenilerden bahsettik, sararmaya başlayan ağaçların renk cümbüşünü içimize çektik. Benim son abant ziyaretin sarırım 5-6 yıl önceydi. Sonradan gölün üzerine tahta bir köprü yapmışlar, o kadar güzel olmuş ki, sazlıkların üzerinden yürüyorsun:) köprüden geçip mutlu olduk:) Tabi bu arada ıslanan ve üşüyenler için kuruyu tercih edenlerden araç talep edip onları geri gönderdik vs. ama sona kalan 8 kişi azimle turu tamamladık:)))
Dönüş yoluna 6 gibi çıktık. Önden gidenlerden yoldaki kaza haberlerini alıp ona göre hızımızı ayarladık. Önce Berceste'de durup marketinde kendimizden geçtik. Sanırım 6 çeşit peynir aldım. Bir de bal, reçel ve sucuk:) Oyalanmasına oyalandık da yol tamiratını gözardı etmişiz. 3 şerit yolun 1 şeride indiği o kabus bölgede 1 saat kaybettik. dur kalk, dur kalk, arabayı kullanan ben olmamama rağmen ağlamak istedim resmen. eve vardığımda saat 22:30 civarıydı. Nasıl yorulmuşsam önce koltuğa yığıldım, yarım saat sonra da yatağa kaydım.
Keyifli bir gündü. Tüm soğuğa, yağmura, trafiğe rağmen, eski dostlarla, sevdiklerine olmak güzel bir duygu. onları yanında görmek, görüşmeden geçen zamana rağmen eksilen birşey olmadığını hissetmek:))) iyi ki varlar:))))

2 Ekim 2010 Cumartesi

kalpten girip hayvandan çıkabilmek de bir marifet:)

Ne kadar komplike yaratıklarız. her organ birbirinden bağımsız çalışıyor, yetmiyor bir de tezatlık yapıyor adiler. özellikle duygusal konular söz konusu ise. Kalp ve beyin diye ikiye ayrılmış niyeyse. veya kalp ve mantık. kalp aşka sevgiye hasıl olmuş, beyinse mantığa. sanırım beyniyle düşünen muhakeme yapabilen varlıklar olduğumuz için. sonuç, işte ikisi çatışabiliyor. ha nasıl ikisinin çatıştığı durumlar oluyor, işte o işte bir bokluk var demektir. eğer kalbin de beynin de sana aynı şeyleri söylemiyorsa kaçacaksın kardeşim o ortamdan.
bir de tabi diğer açısı var. başından bir olay geçiyor, beynin mantığın üzülmeye değmeyeceğini söylüyor ama işte kalbin dinlemiyor. ya da mantığın duygularına söz geçiremiyor. saçma sapan insanlar için saçma sapan üzüntüler çekiyorsun. keşke duygularımıza hükmeden bir panel olsa da tuşlara basarak açıp kapatabilsek, ya da programlayabilsek. keşke objektif olmayı başarabilsek. aynı durumda olan bir başkası için yazabildiğimiz reçeteyi kendimize uygulayabilsek. keşke acılarımızı resetleyebilsek ve tekrar tekrar yaşayıp duygularımızı tazelemesek. aşk meşk işlerini hak adalet kavramlarında soyutlasak, sorgulamasak... neden aramasak. tekrar tekrar canlandırmasak her anı. ayıyı inine, domuzu kendi pisliğine gömüp uzaklaşabilsek onlardan. hayatımıza giren her hayvanın ısırık izi kalmasa üzerimizde. ya da tüm hayvanlar aynı olsa da nerden saldırabileceğini bilip kendimizi koruyabilsek, her seferinde çözene kadar savunmasız kalmasak, yeni bir yara almasak. 

1 Ekim 2010 Cuma

Ejderha dövmeli kız

Dün akşamın programı Pelin'le yürüyüş ardından sinema. film: ejderha dövmeli kız.
Önce film öncesi buluşma maceramızı anlatmak lazım. Bu şaşkın Pelin benim evin hangisi olduğunu unutup tee nerelere gitmiş. telefonunun da şarjı yok, yoldan geçen birinden evi aramış, onlar da bana yeni buluşma noktasını ilettiler. Neyse ben de gülerek gittim yeni noktaya. 1 saat kadar caddede yürüyüş yaptık ardından film başlama saatinde sinemaya ulaştık.
Aslında filmle ilgili adından başka bir şey bilmiyorum. Kitabı da en çok satanlar vs arasında görmüşlüğüm var. Kitabı mı okumak daha iyi yoksa filmi mi izlesem diye düşünürken filmle ilgili olumlu yorumlar alınca hadi izleyelim olmuştum.
İlk şok film başlayınca geldi: amanın, filmin orjinal dili ingilizce değil!!! En son ne zaman altyazı okumuştum hatırlamıyorum. Üstelik filmin bütünlüğünü bozuyor. sahneye mi odaklanıcan yazanları mı okuycan insan salak oluyor. nasıl mutsuz oldum anlatamam. ancak bu arada dilin aslında ingilizceyi andırdığını da farkettim. yani bazı kelimeler çok benziyor. herneyse filme gelirsek ne konusu ne de türü hakkında hiçbir fikir sahibi olmadan gittiğim için gayet merak ve beklentisiz olarak başladım izlemeye. Gerçi bir yandan altyazıları da okumaya çalıştığım için konsantre olmakta zorlandım ama bir süre sonra alıştım. Önce ne bu macera mı diye düşündüm, sonra konuya kaptırmaya başladım. İlk yarıda o gerizekalı gözetim memuru sinirlerimi feci hoplattı. Pelin'le gerim gerim gerildik. İkinci yarıda film daha bir sardı, gizem ve gerilim biraz daha arttı. Ulan film gerilimmiş yaa, tam da ihtiyacım olan şey diyerek izledim filmi. Depresif ruh halime bir iyi geldi ki anlatamam. Hani ruhumu bir mengeneye koysalar muhtemelen benzer hisleri paylaşırdım. Bendeki tüm olumsuzluklara karşın film bence güzeldi. altyazıya rağmen sürükledi beni.     olayların gelişimi de öyle çok alışageldik değildi. gerildim ama beğendim denilebilir:)

Kadın işi çözmüş

Bu baggage reclaim abla hakikaten öyle güzel şeyler yazıyor ki ağzı açık okuyorum. al işte son yazısından:

Why is getting over someone so hard?
It’s the loss of hope and plans. It’s the white space that appears where you thought that you’d be doing stuff with them. It’s how you feel about you as a result of the fact that they’re no longer there. It’s the unanswered questions, it’s listening to the tape of your relationship playing back and wondering what you missed, latching on to something that was said and wondering if that was the start of it all, blaming yourself, sometimes feeling ashamed that you were with them or ashamed that you still want them, remembering the ‘good times’ and then feeling the longing, or feeling indignant that things that they said or professed themselves to be were not what it was. It’s wondering what could have been different and thinking about the coulda, woulda, shouldas. It’s also a lot easier to focus on them as we feel uncomfortable looking too closely at ourselves.
yazının tamamı ise burada.
ve varya, kadın nasıl bilmiş. bu seneki kabusumu hatırlıyorum da, aynen dediği gibi birlikte yapacaklarımızı düşünüp düşünüp ağlamıştım (ya bu font nerden düzeliyo, bu ne yaa). ne kadar çok plan yapmışsak her attığım adım birşey hatırlatıyordu. ama işin aslını sonradan gördüm. aslında o planların hepsi fasarya. hiçbir zaman gerçekleşmeyecek, lafta kalan vaatlerdi. neler planlamamıştık ki, almanya oktoberfest, fethiyede kaplumbağa izleme, selanik haftasonu... ühühüüh peki ben şimdi bunları kiminle yapıcam? ühüühüh.. hep kendimi oralarda onunla hayal ediyordum, ağlıyordum. sonra farkettim ki aslında gerçeğin planlarla hiç alakası yoktu. "talk is cheap, action speaks louder" ya da "ayinesi iştir kişinin, lafa bakılmaz". lafların ucuzluğundan kurtulmak zaman aldı. 
gerçekten de ilişkideki hayallerden soyutlayınca kendini, gerçekleri görmek daha kolay oluyor. belki de bu yüzden şu son olaydan kurtulmak için zamana ihtiyacım olmayacak. ister 6. his diyelim ne dersek diyelim, kafamın içinde dolanıp duran birşey hayal kurmamı engelledi. sorgulama modundan çıkamadım bir türlü. gerçekleri öğrenmek şok ediciydi ama yıkılan hayal yok ortada:) 
...
ne yapıyorsak kesinlikle kendi kendimize yapıyoruz (al yeni bir font daha). kendimizi dolduruyoruz. yok yok, insan kesinlikle mazoşist (oh selimden önce düzelttim) bir varlık...